Perşembe, Haziran 10

The Black Mirror 2

Devir adventure kıtlığı devri, devir fps, mmorpg devri artık. Hal böyle olunca, çıkan her adventure oyununa hunharca saldırıyoruz. Kimileri hayal kırıklığı olurken, kimileri adventure açlığımızı ve hasretimizi az da olsa giderebilyor. Black Mirror 2 de onlardan biri. İlk oyun gotik atmosferi, gerilim öğeleri, ağır İngiliz aksanı ile insanı içine çekiyordu ve gerçekten Gordon ailesinin gizemini merak ediyordunuz. Yalnız insanı çileden çıkaran tek bir şey vardı ki, o da karakterlerin hantal ve ağır çekim hareketleriydi. Biriyle konuşacağınızda, o kişinin yaptığı işi bırakıp size dönmesi 5 saniye kadar sürerdi. Ki, bu tarz oyunlarda sık sık birileriyle konuştuğunuzu düşününce bu süre insanı oyundan oldukça soğutan, sinir eden bir süreydi. Yalnızca konuşma da değil tabii, yönettiğimiz karakter Samuel Gordon da bu hantallıktan nasibini alıyor ve dibindeki bir objeye bakarken/ objeyi alırken bile resmen yavaş çekimde hareket ediyordu. Black Mirror 2’yi ilk açtığımda “umarım bu hantallık artık yoktur, kaç sene geçti ilk oyundan beri” dedim. Ama gene hantal, gene hantal. İlk oyun kadar değil tabii ki, o inanılmaz bir derecedeydi. Ama benzer bir yavaşlık bu oyunda da var işte. Güya arka planları 2 boyutlu, karakterleri 3 boyutlu yapmışlar, insan duyunca bir şey sanıyor. Bu yüzden mi bilemiyorum ama karakteri hareket ettirirken, bir objeye bakmaya çalışırken karakter aptalca kendi etrafında dönüyor, ki obje gayet dibinde olsa bile. Konuşmalar da yavaş, yani şu şekilde yavaş, cümle bitişlerinde fazla bekliyorlar. Sabırlı bir oyuncuysanız bunlar önemsiz tabii, ama eğer sabırsızsanız, yavaşlık sizi sinir ediyorsa oyunun başlarında uyuz oluyorsunuz. Oyunun başlarında dedim çünkü sonradan alışılıyor oynanışa. Ben alıştım ya da, bilemiyorum. Oyunu ilk açtığımda “gene mi yavaşlık” diyerek çok sinir oldum, devam edeceğimi sanmıyordum ama adventure özlemi işte, ne yaparsınız. Direkt oyunu kötüleyerek başladım evet, çünkü bu özelliğine gerçekten sinir oldum, bu devirde hâlâ böyle yavaş hareketler yakışmıyor ne yapayım. Bahsettiğim sinir edici özelliği dışında oyun gayet sürükleyici, düzgün bir adventure.

İlk oyunun sonundan itibaren 12 yıl geçmiş. Üniversitede fizik okuyan, Amerika’nın New England eyaletindeki küçük bir kasabaya annesini ziyarete gelmiş olan Darren Michaels adlı karakteri yönetiyoruz. Başlarda Gordon ailesiyle alaka kuramıyoruz elbet, oyunun ilerleyen saatlerinde tahminlerde bulunmaya başlıyoruz ve açıkçası birçok tahmin doğru çıkıyor. Gene de twistli bir hikayesi var diyebilirim, artık ne kadar twist denirse. Yeşilçam da diyebiliriz aslında, ama tamam konu hakkında oyunun zevkini kaçıracak bilgiler vermeyeceğim. Black Mirror kalesine geri dönüyoruz oyunun ilerleyen bölümlerinde, ama keşke daha uzun sürseymiş kaledeki bölüm.

İlk oyundan çok daha kolay bir oyun olmuş, çoğu zaman ne yapmanız gerektiğini biliyorsunuz. Klasik adventure oyunu takılmalarını, “yapılabilecek her şeyi yaptım, ne yapılacak ki, bari internetten tam çözüme bakayım” hissini yaşamıyorsunuz pek. Bulmacalar da gayet kolay ve insanı sıkmıyor, oldum olası adventure oyunlarında saçma sapan, aşırı zor ve ne yapılmasının bile anlaşılmadığı bulmacalara uyuz olurum. Ama bunlar da fazla kolay galiba. Her neyse, eğer isterseniz options kısmından “additional game help” seçeneği ile bulmacaları uğraşmadan geçebiliyorsunuz. Darren bir günlük tutuyor, buradan ne yapmanız gerektiğini takip edebiliyorsunuz, gerçi gerek olmuyor, ama kaçırdığınız bir olay olduysa açıp okuyabilme fikri güzel tabii. Sanırım 3 ya da 4 yerde pat diye ölebiliyorsunuz. Ama neyse ki oyun ölmeden hemen önceki kareye geri yüklüyor da küfretmiyorsunuz.

Son olarak Darren’ın karakterine değineceğim. Hikayeden bahsetmeyeyim ama başına feci şeyler geldiği halde, sonraki karede espri yapabiliyor ya da bir objeye baktığınızda uzun uzun gereksiz fikirlerini söylüyor. Yahu biraz kalıplı ol be çocuk, ne bu genişlik böyle? Kısacası yönettiğiniz karakterle hiç mi hiç empati, yakınlık vesaire kuramıyorsunuz. Gerçekçi değil çünkü. Evet, Guybrush Threepwood da gerçekçi değildir ama en sevilen oyun kahramanlarının başında gelir. Ne bileyim, biraz samimiyet lazım galiba.

Evet, karakterlerin saçma hareket kabiliyetsizliği ve ana karaktere ısınamama dışında, adventure özleyen bünyeler için ilacımsı denebilecek bir oyun. Mükemmel bir adventure oyunu çıkmayalı uzun zaman oldu, hiçbir yapımcı firma da adventure oyununa zaman, para ayırmak istemiyor, ilkokul çocuklarının bile fps/tps oynadığı bir döneme geldik çünkü. (Ben de fps/tps severim canım, kötülemek için söylemiyorum, ama oyun piyasasına çok pis çöktü bu oyunlar, firmalar en çok bu tür oyunlardan para götürüyor, adventure da eski kafa oyuncular dışında rağbet görmüyor.) Diyeceğim o ki, mükemmel olmasa da, grafik, ses ve atmosfer açısından gayet düzgün bir oyun. Adventure severler zaten kaçırmamıştır diye düşünüyorum.

Cuma, Haziran 4

King's Bounty : The Legend & Armored Princess

Biraz strateji, daha çok rpg

Bu oyunu denemek, şöyle bir bakmak için kurmuştum ama resmen bağımlısı oldum. İlkini (The Legend) bitirene kadar bırakamadım, şimdi de eklentisine (Armored Princess) başladım. Oyun Heroes of Might and Magic formatında. Benzerlikleri olduğu kadar farkları da var. Harita üzerinde turn yok, gerçek zamanlı bir şekilde dolaşılıyor. Tek bir hero yönetiliyor, oyunun başında warrior, paladin ve mage sınıflarından biri seçiliyor. Şehir kurmak, bina yapmak, asker üretmek gibi stratejik öğeler yok, bu açıdan oyun HoMaM’a oranla rpg’ye daha yakın diyebilirim. Savaş ekranı ve büyüler HoMaM’la neredeyse aynı. Ancak bir yenilik olarak hero’nun rage özelliği var, rage savaştıkça doluyor. The Legend’da bu rage puanları ile size eşlik eden Spirits of Rage isimli 4 yaratığın özel güçlerini kullanabiliyorsunuz(oyunun başında yok kendileri, belli bir seviyeden sonra kazanıyorsunuz bu güçleri). Armored Princess’ta ise Spirits of Rage yerine bir ejderha petiniz oluyor ve savaş sırasında artan rage puanlarıyla bu ejderhanın özel güçlerini kullanıyorsunuz. Sizinle birlikte bu özel güçleri kullanan yaratıklar da seviye atlıyor ve sizin seçiminizle kullandıkları güçlerin etkisi artıyor. Oyunda ordu toplamak için asker satan binaları ziyaret etmeniz veya bazı görevleri yapmanız gerekiyor, zira bazı binalarda görev tamamlandığı zaman alışveriş seçeneği açılıyor. Ordu aldığınız binaların yerini haritaya not etmenizi öneririm, çünkü ilerledikçe hangi binada hangi ordu olduğunu unutuyorsunuz ve almak istediğiniz orduyu arayıp durmak sinir bozucu olabiliyor. Liderlik puanınız ne kadar artarsa o kadar çok ordu toplayabiliyorsunuz, bu açıdan kalabalık bir ordu için liderlik puanı çok önemli.

Diablo ve Wow’a benzer bir yetenek ağacı var; might, mind ve magic yetenekleri mevcut. Warrior’un might, Paladin’in mind ve Mage’in magic yeteneklerine ağırlık vermesi gerekiyor, bu yeteneklere puan verebilmek için rün taşlarına ihtiyacımız var. Her level atladığımızda, sınıfımıza göre birkaç rün kazanıyoruz, ayrıca haritada, sandıklarda da rün taşlarını bulabilmemiz mümkün. Oyunun başında bu taşlar pek cömert çıkıyor karşımıza, böylece pek düşünmeden yetenek puanlarını hemen doldurma gafletine düşmeyin –ilk oyunda bu gaflete düştüm, şimdi iyice cimri kullanıyorum taşları- çünkü verdiğiniz yetenek puanını geri alamıyorsunuz. Aslında WoW’daki gibi para karşılığı yetenek ağacını sıfırlama şansımız olsaydı iyi olurdu. Para deyince, eğer “easy”de oynarsanız, daha oyunun başlarında nerenize dolduracağınızı bilemeyeceğiniz kadar çok paranız oluyor, oyun boyunca paraya bakmıyorsunuz bile. Bu miktar o kadar gereksiz bir şekilde çok ki, normal zorlukta hatta hard’da da para sıkıntısı olacağını sanmıyorum. Her ne kadar rahatlatıcı olsa da biraz mantıksız geldi her sandıktan abartı miktarda para çıkması, çünkü parayı ordu ve item almak dışında kullanmıyorsunuz-gerçi bu tarz bir oyunda başka nerde kullanacaktık orası ayrı mesele. Fazla altın göz çıkarmaz elbet ama ne bileyim biraz mantıksız işte.

İlk oyunu mage ile bitirdim, birkaç yer dışında da hiç zorlanmadım, daha önce HoMaM da oynamadığım için (evet HoMaM’ı bu oyunla keşfettim), easy’de başlayayım demiştim ama normal oynasam daha iyiymiş. Mage, yüksek manası sayesinde savaşta bolca büyü kullanabiliyor ve büyüler –doğal olarak- diğer karakterlere oranla daha fazla hasar veriyor. Ayrıca magic yeteneklerinde necromancy ve higher magic yeteneklerine mutlaka tam puan verilmeli, çok yararı oluyor, necromancy ile savaş sonrası kaybettiğiniz orduların bir kısmını hayata döndürürken, higher magic ile eğer tüm puanları verilirse, büyü kitabını savaş boyunca 3 kere olmak şartıyla, 2 kere üst üste kullanabiliyorsunuz. Diğer sınıflardan warrior üstün atak, defans ve liderlik özellikleriyle daha geniş ve atak/defans güçü yüksek bir ordu kurabiliyorsunuz. Armored Princess’i warrior ile oynuyorum, henüz başlarında olsam da fark ettiğim tek şey, mage’e göre orduların daha az hasar alması. Ama adam gibi büyü kullanamamak, kullansam da hasarın az olması rahatsız etmiyor değil, alışmışım büyücüye, ben büyücü seviyorum arkadaş (zorla oynatıyorlar sanki warrior ile, laflara bak hele). Paladin de warrior ve mage karışımı bir sınıfmış, fakat kendisinden pek hazzetmediğim için denemeyi düşünmüyorum. Yalnız forumlarda paladinin oyunun en iyi sınıfı olduğu yönünde yazılar okudum, gerçi oyunun kapağında bile paladinin resmi var, demek ki var bir numarası.

Görevler çok çeşitli ve yeterli sayıda, hatta fazla bile denebilir. İlk oyunda kabul edip de bitirmediğim çok yan görev kaldı mesela. Oldukça komik görevlerle de karşılaştım, karı kocanın arasını düzeltmek, ejderhanın aşık olduğu kadına haber iletmek gibi, şimdi aklıma gelmeyen ama “bu ne lan” dediğim tuhaf, komik, saçma ama en azından orijinal görevler de vardı. Ayrıca birçok görevde seçim şansı size bırakılıyor, “o bana şunu şunu yaptı, gidip öldür” tarzı görevlerde öldürmeye gittiğiniz kişi de size “ohoo esas o bana böyle böyle yaptı ben haklıyım” diye uzun uzun konuşuyor, artık hangisine hak verirseniz. Siz karar veriyorsunuz yani, ister sırf ödül için “sen haklıymışsın aslında” dediğiniz halde öldürün, ister adalet duygunuz kabarsın öldürmeyin. Bunların karakterinize bir etkisi yok ama, öyle Fable’daki gibi karanlık tarafa geçme muhabbetleri olmuyor. Yalnızca alacağınız ödül ve tecrübe puanı değişiyor.

Oyunda evlenebiliyor ve çocuk sahibi olabiliyoruz. Yo hayır hemen Sims muhabbeti yapmayını, evlenmek için evlenmiyoruz, eşimiz bize bonus puanlar veriyor. Mesela ben ilk oyunda bir korsan kadınla evlenmiştim, çok güzeldi sırf o yüzden kendisini seçmiştim (oeh) hatta onu ikna edebilmek için koskoca bir kraken’i öldürmem gerekmişti. Öhöm neyse, kendisi liderlik puanıma katkı sağlıyordu, evleneceğiniz her kadın farklı bir bonus sağlıyor, diğerlerini deneme (!?) fırsatım olmadı, ancak cüce, zombi, elf, kurbağa prenses gibi eşler de seçebilirsiniz, aklım elfte kalmadı değil. Eşinizde 4 adet eşya slotu oluyor ve böylece aklınızın kaldığı ama sizde bir nebze daha iyisi olduğu için kullanamadığınız eşyaları eşinizin kullanmasını sağlayarak bu eşyalardan da artı güç kazanabiliyorsunuz. Çocuğunuz olduğu zaman (eşiniz bir süre sonra “sıkıldım bu maceralardan, çocuk istiyorum” dediği zaman eğer kabul ederseniz bir süre sonra çocuğunuz oluyor) bu slotlardan birine yerleşiyor ve 4 çocuğunuz olduğunda artık eşya kullanamıyorsunuz. Çocuk da eşiniz gibi ekstra özellik veriyor, +5 attack, +150 leadership gibi. Her çocuğun verdiği özellik belli ama tabii çocuklar rastgele oluyor, verdiği özelliği beğenmezseniz de çocuğu o slottan çıkaramıyor, özetle sokağa atamıyorsunuz. Eğer eşinizin verdiği bonusları beğenmediyseniz direkt boşanabilirsiniz, çocukları da alıp gidiyor kendisi. Eşlerin verdiği bonuslara buradan bakabilirsiniz, ona göre evleniniz, güzelliğe bakmayınız zira işinize yaramayacak, fazla gerçekçi olmayınız, eğer zombinin özellikleri sınıfınıza uyuyorsa zombiyle evleniniz. Mage olacaksanız en doğru seçim Feanora, +3 intellect veriyor. Çocukların verdiği bonuslar için de şuraya bakabilirsiniz. Bu bilgiler The Legend içindir. Oyunun grafikleri pek renkli, kimi zaman Warcraft 3’ü andırıyor, böyle masalsı bir dünyaya yakışmış bence. Ama en çok müzikleri beğendim. Haritada dolaşırken huzur veren, kendinizi atmosfere kaptırmanızı sağlayan fantastik müzikler çalarken (bir örneğini şuradan ve elf diyarında gezerken çalmaya başlayan harika şarkıyı da buradan dinleyiniz), savaş sırasında gaz veren müzikler çalıyor. Hele Nightwish klavyeleri gibi başlayan bir savaş müziği var ki oy oy..

The Legend ile Armored Princess arasında çok fark yok, Armored Princess klasik bir eklenti paketi. Farkları sayacak olursam, ilk oyunda erkek, eklentide kadın karakteri yönetiyoruz. Eklentide Spirits of Rage yerine ejderha petimiz var. Bunun dışında eklentideki en önemli yenilik, haritada karşınıza çıkan sizden güçsüz olan orduların geri çekilmesi. Bu öyle bir rahatlık olmuş ki, ilk oyunda koskoca ordunuzla eski mekanlara gittiğinizde 3-5 adamla size inatla saldıranlar oluyor, mecburen savaş ekranına geçiyor ve zaman kaybediyorsunuz. Eklentide sizden güçsüz olan ordular kaçıyorlar, siz ısrarla saldırdığınızda “geri çekiliyorlar, gene de savaşacak mısın” diye bir seçenek çıkıyor, eh savaşmadığınız zaman haritadan siliniyorlar, üstelik tecrübe puanı da kazanıyorsunuz. Bir de bazı yerlerde atınız Pegasus’a dönüşüyor ve uçabiliyorsunuz, bu da kolaylık olmuş tabii.

Oyuna öyle bir hayran oldum ki can sıkıcı bir özellik olarak sadece kamera açıları diyebilirim, ona da çabucak alışıyorsunuz zaten. Atmosfer, müzikler, görev çeşitliliği, rahat oynanışla oyun bağımlılık yaratıyor. “Hadi şunu da yapayım, bunu da yapayım” diye diye oyunu kapatasınız gelmiyor. HoMaM sevenlerin bu oyunu da çok seveceklerini düşünüyorum, ama HoMaM’ı hiç oynamamış, kafayı fantastik dünyalara takmış ve rpg oyunları sevenler de kesinlikle kaçırmamalı.

Salı, Haziran 1

Pizza Tycoon

Tycoon oyunlarının en lezzetlisi : Karnınız açken oynamayınız

Amma modaydı bir ara şu tycoon oyunları. Lunapark, dinozor parkı, hastane, demiryolu kurmaca gibi birçok versiyonu çıkmıştı. Ama en çok oynadığım Pizza Tycoon’du. Oyunun incelemesini ilk okuduğumda öyle heyecanlanmıştım ki dükkanlar açıp bu dükkanların içini tasarlama, pizza yapma fikrinden. Gelin görün ki pek küçüktüm aslında, oyunu alıp kurduğumda (sadece evet sadece iki disketten ibaretti) hiçbir şey anlayamamıştım. O zamanlar Game Show dergisi yeni çıkıyordu, (hey gidi günler) hem de ufacık, fotokopi şeklindeydi. Pizza Tycoon incelemesi vardı o ayın sayısında, koşa koşa gidip almıştım dergiyi, oyunu anlayabilmek için. Hatta hatırladıkça gülerim ama, ikinci dükkanı açmayı becerememiştim, nasıl yapacağımı da dergiyi arayıp oyunun incelemesini yazan kişiye sorarak öğrenmiştim. “İkinci dükkanı nasıl açacağım acaba?” diye sorduğumda adamcağız (ismi Timur olması lazım, Bigben köşesini yazıyordu sonraki sayılarda) bir süre sessiz kalmıştı. Oyun dergisine telefon edip de oyun hakkında bir şey sormak pek başvurulan bir yöntem olmasa gerek. Ama ne kadar çaresiz kaldığımı bir düşünün. Ve o çekingen halimle bu yola başvurduğuma göre oyunu ne kadar sevmiş olduğumu.

Evet, grafik, ses, atmosfer gibi şimdiki hayvani oyunların vazgeçilmez özellikleri o zamanın iki disketlik oyununda elbette yoktu. Ama içerik inanılmazdı. Onlarca ayrı malzeme ile istediğimiz gibi bir pizza yapabiliyorduk boş hamurun üstüne. En sevdiğimiz pizza çeşitlerinden tutun, en abuk pizzaları bile yaratabiliyorduk. Bu oyunu oynayıp da meyveli pizza yapmayan yoktur herhalde. Bir de pizzalara isim koyuyorduk, benim pizzalarımın isimleri “meat pizza, fruit pizza, children’s pizza, super pizza, shit pizza” gibi yaratıcılık harikası isimlerdi, burada paylaşmaktan çekinmiyorum(küçüktüm oyunu oynadığımda diyorum, üstüme gelmeyin). İsim demişken, pizza dükkanları zincirimize de bir isim koyuyorduk oyunun başında. Ona da genellikle kendi adımı verdiğimi burada itiraf etmekten çekinmeyeceğim, kendimle barışık bir insanım. Ayrıca kaçınız “Pizza Hut” ismi vermediniz kendi dükkan zincirinize? İtiraf edin. :) Oyunun başı demişken, bir de bir tip seçiyorduk bizi temsil eden ki, akıllara zarar tipler vardı, birçoğunu hâlâ hatırlıyorum.

Tycoon oyunlarında ya gerçekten ekonomi olayını oturtamamışlardı oyun yapımcıları, ya gerçekten çok fazlasıyla zordu, ya da ben çok beceriksizdim. Tek bir tycoon oyununda bile kâr edemedim. Bir ay bile kâr etmedim. Her ay bitişinde giderlerim gelirlerimden çok daha fazla olurdu ve kısa sürede iflas ederdim, oyun da biterdi. Peki Pizza Tycoon’u uzun uzun oynayabilmeme ne sebep oldu dersiniz? Yo, cheat yapmadım. Daha zevkli bir şey yapıyordum ki oyunu oynayan herkes biliyordur zaten bu yolu. Oyun başlar başlamaz pizzacılıkla ilgili hiçbir şey yapmayıp, bir yerden şu saatte çanta alıp şu saatte başka yere götürmek gibi işlerle mafya babalığı kariyerinde ilerliyordum. En sonunda “godfather” olduktan sonra da tüm şehirleri tek tek dolaşıp “mal”ın en pahalı ve en ucuz olduğu yerleri buluyor, sonra da tüm paramla ucuza alıp pahalıya satarak milyon dolarlar kazanıyordum. İşin bu kısmını geçtikten sonra başlıyordum pizzacılığa. Pizza yapmak güzeldi de, dükkanları dizayn etmek için aldığımız masalar, sandalyeler falan ne kadar çirkindi. Ve aslında çok az çeşit vardı. (Aslında aynı oyunu şimdiki teknolojiyle yapsalar, gene aynı fikir ama her yönden daha gelişmiş olanını, başarılı olmaz mı?)


Personel muhabbeti bile vardı. Her dükkana aşçı, garson, müdür falan alırdık. İşe alacağımız tiplerin özellikleri bulunurdu, eğer çok yeteneksiz bir garson aldıysak müşterinin üstüne yemek falan dökerdi. Ya da yemekler yanardı falan, öyle şeyler de oluyordu. Ara sıra izin isterlerdi, birisi “hamileyim” derdi, biri başka şey söylerdi. Onlara verebileceğiniz 3 cevap bulunurdu, mesela “hamileyim” diyen bir personele “çok sevindim tabii izin kullanabilirsin” de diyebilirdiniz, “bana ne piçinin babası düşünsün” de. Verdiğiniz cevaplara göre “iyi patron – kötü patron” olurdunuz, personel sizi sevmezse işten ayrılanlar falan olurdu. Rekabet olayı vardı bir de. Her yıl sonu muydu, ay sonu muydu hatırlamıyorum, pizza zincirlerinin iyiden kötüye sıralama listesi dökülürdü önünüze. Sizden iyi olan bir zincirin dükkanına sabotaj düzenleyebilirdiniz mesela. Fare koymak vardı klasik olarak, onu hatırlıyorum. İki şey daha vardı sanki, biri osuruk bombası mıydı? Akıllıca. Her neyse. Bir pizzanız çok beğenilirse gazetede reklamınız çıkardı, her pizzanız için istatistiklere bakabilirdiniz, 4 çeşit müşteri tipi vardı, çocuklar, yaşlılar, mavi yakalılar, beyaz yakalılar. Oeh. Hangisi hangi malzemeleri seviyor ona bakardınız mesela, dükkanınızın çevresinde en çok hangi tür insan varsa onların sevdiği malzemelerin olduğu pizzalar daha çok satardı. Aynı şekilde mobilyaları da onların sevdiği biçimde ayarlardınız. Bir de her ay “in – out” olan yiyecekler vardı, domates “out” olduysa domatesli pizzalarınız pek rağbet görmezdi mesela. Anlat anlat bitmiyor, yeni fark ediyorum, ne kadar çok ayrıntı varmış meğer 2 disketlik oyunda. Aha, pizza yapma yarışması olurdu bir de. Ben başarılı olamazdım onlarda da (hırs yaptım ben gene oynayacağım bu oyunu, hiçbir şeyi de beceremeden nasıl oynamışım hayret) ama jüri üyeleri çok kıldı. Normalde de her pizza yapışınızdan sonra jüri oy verirdi. 5 tane tip vardı orda da. Üçü çok iyi oy verdiyse bile bir tanesi mutlaka ama mutlaka en kötü oyu verirdi, suratı da asık böyle. Oyunun içine girip dövesim gelirdi, o kadar uğraşmışım, düşüne düşüne, peynirleri rendeleyip domateslerin üstüne dağıtmışım tek tek, kıymaları unufak etmişim, sosisleri güzel güzel yerleştirmişim. Cidden, pizza yapma ekranı o kadar güzeldi ki, sadece pizza yapmakla bile 1 saat harcayabilirdiniz. Sonrasında o pizzayı yiyemiyor olmak ayrı bir üzüntüydü tabii. Bir de benim 4 tane tam muzu pizzanın kenarlarına yerleştirmek gibi bir huyum vardı, meyveli pizza yapmamışsam bile bazen bunu yapardım. İyi fanteziymiş. İşin tuhafı, beğenenler çıkardı mutlaka.

Ahan da bir şey daha hatırladım, dükkanlarınızda malzemeler biterdi sık sık. Her pizza yapışınızda kullandığınız malzemeler sağ tarafta liste halinde çıkardı. Bir domatesi bütün haline yerleştirdiniz diyelim, orda yazardı adedinden gramına, pizzanın maliyet fiyatına kadar. Rendeleyerek yerleştirirseniz pizzanın maliyeti düşerdi falan. Maliyet deyince aklıma geldi, malzemeler arasında ıstakoz bile vardı be. Hem de hiç rendelemeden lönk diye boş hamurun üstüne koymuşsanız pizzanın maliyeti uçardı. Eh, söylememe gerek yok, pizzanın fiyatını da siz oluştururdunuz. Ben yukarıda anlattığım yöntemle oynadığım için para sorunum olmuyordu, ama gene de maliyet fiyatından daha yüksek bir fiyat koymadan da duramazdım. Malzemeler biterdi diyordum, evet alışveriş olayı vardı bir de. Bunun için de birini görevlendirirdiniz, malzemelerin kalitesini bile ayarlardınız. En ucuz yerden alırsanız sağlık kontrollerinde çok kötü puan alırdınız. Evet, kontroller de olurdu sık sık. Hatta siz de çağırabiliyordunuz istediğiniz zaman bu kontrol adamlarını. “Pizzalarınız ne kadar sağlıklı” diye gelip bakarlardı. Eğer çok kötü olursa gelen müşteri sayısında ciddi bir düşüş olurdu. Paraya para demeyip de malzemeleri en kaliteli yerden aldırırsanız, bozulmuş, eski fırınları mutfağınızda tutmazsanız bu kontrollerden iyi puan alırdınız, hatta yıldız mı ne verilirdi. İşte, paranın gözü kör olsun.

Aslında oyunun amacı neydi bilmiyorum, yani belli bir yere gelince bitiyor muydu, hiç o kadar uzun oynamadım çünkü bir süre sonra sıkılıyordum. Amaç haritadaki tüm şehirlerde bir sürü dükkan açmak, isminizi dünyaya tanıtmak falan olsa gerek. Açtığınız bir dükkanın etki alanına baktığınızda hangi semtlere kadar ulaştığını görebilirdiniz. Daha doğrusu hangi semtte oturanlar dükkandan yararlanabiliyor onu görüyordunuz.

Yazı boyunca geçmiş zaman eki kullandım farkındayım, ama bu demek değildir ki bu oyun artık oynanmaz. Bence gayet de oynanabilir çünkü gördüğünüz gibi 2 diskete sığacak boyutta olmasına rağmen inanılmaz bir içeriği var, anlattıkça aklıma geldi de ben de şaşırdım. En zevkli kısım elbette pizza yapmak, ama onun dışındaki bir sürü ufak detayla ilgilenmek de çok eğlenceli. Oyunu şuradan indirebilirsiniz.

Ama birkaç pizza yaptıktan sonra eve pizza söyleyip de “bu ne biçim pizza, bu malzeme daha çok olmalıymış, şu malzeme yakışmamış” falan demeyin sonra, benden hatırlatması.

Bioshock 1 & 2

Okyanusun derinliklerinde bir distopya : Rapture

Hikaye 1950’lerde geçiyor. Her şey Andrew Ryan’la başlıyor. Adam o kadar zengin ki, deniz seviyesinin üstünde yaşamaktan sıkılınca, denizin altında yaşamaya karar veriyor. Ve buraya, yani “parazit” dediği sistem sömürücülerinin ulaşamayacağı yere, okyanusun tabanına Rapture adında bir şehir kuruyor. Deniz seviyesinin üstündeki hayatta, fikirleri ve eserleri topluma “fazla aşırı” gelen sanatçıları da yanına alarak kendi dünyasını kurma amacında. Eh, tabii ki işler yolunda gitmiyor. Okyanusta kendi kendini çoğaltabilen bir canlı keşfediliyor, bu canlıdan alınan “adam” isimli bir madde insanlara enjekte ediliyor, bu insanlar özel güçler kazanıyor ve gittikçe insanlıktan çıkıyorlar, bunlara “splicer” deniliyor. Sonrasında Little Sister adını verdikleri, yerin üstünden getirdikleri küçük kızlara, cesetlerden “adam” toplamayı öğretiyorlar. Bu Little Sister denilen kızcağızlar, “adam” toplamayı bir tür oyun olarak algılıyorlar. Rapture’da “adam” çok değerli bir madde olduğu için de, kızların yanında Big Daddy (kızlar bunlara “Mister Bubbles” diyor) denilen, robotumsu, dalgıç kıyafeti içinde, kızlarla duygusal bir bağ kurmaya, böylece onları ölümüne korumaya programlanmış, yani kısaca baba figürü olan (oeh) tipler eşlik ediyor. Oyundaki duygusallık da buradan ileri geliyor.

Evet, konu kısaca böyle, elbette oynadıkça dallanıp budaklanacak bu. İlk oyunda, Rapture hakkında hiçbir şey bilmeyen, uçak kazası sonucu okyanusun ortasına düşmüş ve tesadüfen Rapture’u bulmuş birini oynuyoruz ve oyunda ilerledikçe Rapture’u tanıyor, neler olduğunu yavaş yavaş anlıyoruz. İkinci oyunda ise Rapture’u gayet iyi bilen bir Big Daddy’yi oynuyoruz. Kanımca bu açıdan birinci oyun çok daha sürükleyici. Hiç bilmediğimiz bir dünyada, neler olduğunu öğrenme hevesiyle geziniyoruz, sıradan bir insanız, kendimize “adam” enjekte ettikçe özel güçler kazanıyoruz. Birinci oyun daha bir survival-horror tadında, daha karanlık, daha belirsiz her şey. Diken üstünde ilerlemek, olanları teyplerden dinleyerek “vay anam” demek, Rapture’u keşfetmek, plaklardan harika şarkılar dinleyerek gerçekten ordaymış gibi hissetmek, Big Daddy’leri zar zor öldürüp arkasından “get up Mister Bubbles, get up” diye ağlayan Little Sister’ları izlemek harika bir oyun deneyimi sunuyor. Ayrıca etrafta gördüğünüz tablolar, heykeller, popüler kültüre, dinlere yapılan birçok gönderme (örmeğin bir splicer’ın sürekli “father, why have you forsaken me” diye haykırması) oyunun başlı başına bir sanat eseri olmasını sağlıyor.

İkinci oyun içinse aynı şeyi söyleyemiyorum. 1 ve 2’yi arka arkaya oynadığım için karşılaştırmayı daha kolay mı yapıyorum, yoksa daha mı zorlaşıyor bilemeyeceğim. Belki Bioshock ilk çıktığında “çok yüksek sistem istiyormuş” geyiklerini dikkate almasaydım ve oyunu çıkar çıkmaz oynasaydım, 2. çıktığında ilkinin etkisinden çıkmış olacağımdan, daha çok beğenecektim devam oyununu. Ama dediğim gibi, bir kere Big Daddy olmak nedense hoşuma gitmedi. İkincisi; oyun ilkine göre fazla renkli ve aydınlık, pek “survival horror” kısmı kalmamış, sadece bir FPS’ye dönüşmüş, keşfetme, Rapture’un nasıl bir yer olduğunu merak ederek oynama hissi kalmamış. Grafiklerde fazla bir ilerleme yok, hatta neredeyse hiç yok. Ama zaten ilk oyunun grafikleri olağanüstü olduğu için (hayatımda hiçbir oyunda böyle gerçekçi yapılmış bir su efekti görmedim) ikincisinde “niye daha iyi değil” demek anlamsız olur, o yüzden bu bir şikayet olarak algılanmasın. Ama birinci oyunu aradan çıkardığınızda gene başlı başına harika bir oyun Bioshock 2, yalnızca devam oyunu anlamında beklentilerimi pek karşılamadı.

Oyunların duygusal yönüne değinecek olursam, duygusallık hikaye gereği 2. oyunda daha ön planda. Korumanız gereken “kızınız” sizden uzaklaştırılıyor ve oyun boyunca ona ulaşmaya çalışıyorsunuz. Bu sırada telepati gücüyle kızın sizinle konuşmaları, kızın çocukken kaydettiği teypler de vahşet dolu bir oyun içinde insani yönleri temsil etmekte. Ayrıca her iki oyunda da genel anlamda, “adam” kullanarak splicer haline dönüşmüş “eski” insanların aralarında konuşmalarını dinliyorsunuz, neden ve nasıl bu hale geldiklerini kendileri de anlamazken, büyük bir öfkeyle her tarafa saldıranı da var, dizlerinin üstüne çökmüş ağlayanı da. Size saldırmayanı vurup vurmamak kendi elinizde, zaten saldırmayan splicer tek tük çıkıyor, eh ben onları öldürdüm, huzur bulsunlar istedim, oeh. Splicer’ların bu zavallı hallerinden, Andrew Ryan’ın kurduğu Rapture şehrinde, insanın hep daha iyisini, daha fazlasını istemesinin ve açgözlülüğünün olası sonuçlarını düşündürüyor oyun size.

Etrafta bulduğunuz teypler oyunun temelini oluşturuyor diyebilirim. Hem atmosfer, hem de hikaye anlamında. Konuyla hiç ilgisi olmayan bir sürü teyp de var oyunda, hatta gözden kaçırdığım başka teypler de olduğuna eminim. Rapture’un ilk günlerinden tutun da (“burası harika bir yer”), son günlerine kadar ( “neden geldik buraya, hepimiz Andrew Ryan’ın vaatlerine kandık”) ölmüş ya da splicer’a dönüşmüş insanların konuşmalarını dinleyebiliyorsunuz. Böylece Rapture atmosferini daha yakından tanıyorsunuz.

Oyunda insanlığa ve dinlere göndermeler olduğunu söylemiştim, “adam”dan bahsettim, bir de “eve” var. “Eve”, RPG oyunlarında büyü yapmak için kullandığımız mana gücü gibi kullanılıyor oyunda. Topladığımız “adam”lar ile aldığımız güçleri (ateş topu, elektrik, telekinesis gibi güçler bunlar) kullanabilmemiz için “eve” gücüne ihtiyacımız var. Eğer “eve” barınız dolu değilse ve yanınızda “eve” barını dolduran “eve hypo” da yoksa, yalnızca silahınıza talim etmek zorundasınız demektir. Eh, belki bu da bir tür metafordur, ya da böyle düşünmek benim hoşuma gitti (ehe) ama şöyle ki : “Eve” olmadan “adam” hiçbir işe yaramıyor.

Bu tespitimsi ile yazının bitmesi gerekiyor galiba. :) FPS ya da survival-horror tarzı oyunlar sevmiyorsanız bile oynayın bu oyunu. Yalnızca orijinal hikayesi ve atmosferi için bile oynanabilir çünkü. Oyundan öte bir şeyler yapmışlar, oyunun içine mevcut hayattan kaçış fikri, olası bir yeni hayat hayali koymuşlar. “Neden olmasın ki” diyorsunuz çoğu zaman…



World of Warcraft

Sınırlarını aşan bir dünya

Yo hayır, bu oyunu anlatmaya, bilmeyenlere ya da hiç oynamamış olanlara tanıtmaya falan kalkışmayacağım. Oynamadan öğrenilemeyeceğine ve anlaşılamayacağına inanıyorum çünkü. Ben yalnızca, yaklaşık 5 senelik WoW maceralarımdan sonra, oyun hakkındaki duygularımı ve düşüncelerimi yazacağım. Övgü ve sövgü de dahil olmak üzere.



Öncelikle, mmorpg oyunlarının neden size kocaman haritalar eşliğinde alternatif bir dünya sunan ama mmorpg olmayan diğer oyunlardan daha “içine çekici” olduğundan bahsedeyim. Çoğu zaman “yalnızca bir oyun olmadığı” hissini verdiği için. Gerçek insanlarla, arkadaşlarınızla oynuyor olmak, her ne kadar gerçek hayatta asosyalleşmeye sebebiyet verse de, gene de “sanal bir sosyallik” sağlıyor. Bunun dışında, birçok oyuncunun kabul etmek istemeyeceği ama benim kesinlikle kabul ettiğim bir “kaçış” meselesi var. Ben şahsen bu oyunun içindeyken yani Azeroth’dayken aslında her anlamda Azeroth’da oluyorum. Gerçek dünyada olup bitenler değil de, Azeroth’da olup bitenler önem kazanıyor o saatlerde. Raid dışındaki zamanlarda “şimdi ne yapsam, şuraya gideyim, bunu farmlayayım, şuraya katılayım” diye diye geçirilen zamanda, gerçek dünyada sinirimi bozan, aklımı kurcalayan ne varsa başka bir boyuta geçiyor. Ya da daha doğru bir anlatımla, ben geçiyorum başka bir boyuta. Bu kaçış meselesi belki rahatsız edici gelebilir kulağa, ya da fazlasıyla sağlıksız, ama herkes bu kaçışı bir şeylerle yapıyor zaten, film, kitap, spor, ne bileyim. Burada “sağlıksız” denilebilecek şey, WoW’un insana gerçek hayatta, edinilen arkadaşlar dışında hemen hemen hiçbir şey kazandırmadığıdır. Çok düşünürüm bu oyunun başında geçirdiğim yüzlerce saatte aslında neler yapabilirdim diye, ama moralim bozulur ve bırakırım düşünmeyi hemen. :)
İşin komiği, oynayan herkes farkında aslında, oyunun başında geçirdikleri saatlerin gerçek karakterleri değil de yarattıkları sanal karakterlerinin başarısı için olduğunu. Tek bir item için saatler, hatta günler gerektiğini. Bunun, oyunu hiç oynamamış insanlara çılgınca geldiğini tahmin edebiliyorum. Bu yüzden sadece oyunu oynayan bizler birbirimizi anlayabiliriz. En fazla 1-2 ay sonra eskiyecek, çok daha iyisi gelecek bir item için nasıl da koyunlar gibi oynadığımızı, tek bir boss için nasıl saatlerimizi harcadığımızı… Ama gene de oyundan bir türlü bıkmadığımızı, bıkacak olsak da birkaç ay sonra geri döndüğümüzü, yeni bosslar gelmişken bizim eskileri yeni bitirip “oh be sonunda kestik” dediğimizi… Blizzard da farkında tüm bunların, oluk oluk akan euro’ların sonu gözükmesin diye, birkaç ayda bir oyunu güncelliyor, hop yeni bir yer ekleniyor, eh yeni itemlar kaçınılmaz, yeni sistemler ekleniyor, her şey daha da kolay bir hale getiriliyor ki insanlar “eah sıkıldım” demesin. Böyle böyle güzelim Warcraft hikayesinin de içine sıçıldı zaten.
Evet hikaye. Bir de bu yönü var oyunun ki, beni en çok içine çeken işte bu. Warcraft serisini oynamamış, kitaplarını okumamış, dolayısıyla hikayeyi bilmeyen, kahramanların isimlerini WoW içinde ilk defa duyan biri; hikayeyi, mekanları, şehirleri ve tüm bunların tarihini bilerek oynayan birinin aldığı zevki alamaz diye düşünüyorum. “Buralar eskiden şöyleydi, şunlara aitti, aha bak şunun mezarı var” diye diye haritayı dolaşmak, şehir yıkıntıları arasında “ah ulan buralar eskiden ne güzeldi” diye hüzünlenmek ancak böyle bir oyuna has olabilir. Yaşayan bir dünyada hissedersiniz kendinizi, tarihini bildiğiniz, tüm isimlerin, ırkların tanıdık olduğu. Ama eğer Warcraft tarihini bilmiyorsanız, WoW’u oynamak, adını ilk kez duyduğunuz bir oyunu oynamaktan farksız bir şey olur. Mesela Horde bile olsanız, Uther’in mezarına gider “Warcraft 3’te bana az mı yardım ettin” dersiniz, Undercity’nin üstünde Ruins of Lordaeron’da, Terenas Menethil’in mezarının durduğu bomboş odayı ilk gördüğünüzde tüyleriniz diken diken olur. Warcraft 3’teki ara videoyu hatırlarsınız, Arthas’ın babasını öldürdüğü odada durmaktasınızdır çünkü… Ve bunun gibi daha bir dolu ayrıntı sizi o haritaya, o dünyaya daha çok bağlar.
Terenas Menethil'in mezarını ziyaret


Sanal karakter meselesine geri dönüyorum yoksa fena kaptırıp gideceğim Warcraft tarihine. Sanal karakter diyoruz da, peki aylardır almak için uğraştığımız itemı en sonunda alabildiğimizde, üstümüze giydiğimiz anda hissettiğimiz doyumu nasıl anlatalım? Ki, kısa süreli bir doyumdur bu, “bir de şunu şunu alırsam ortamları höpürdetirim” dersiniz çünkü ve yeni hedef(ler)iniz hemen belirlenmiş olur, alabileceğiniz en iyi itemları alıp endgame’e ulaşmak çok zordur, “no-lifer” olmak gerekir. Ya da pvp sırasında ciddi ciddi öfkelenmemizi? Adam çekmiş üstüne full arena son sezon setini, kesmemize imkan yok, neden sinirden gebeririz, neden hırs yaparız? Evet, belki “gerçek hayatta bi bok beceremeyip oyunda imba olmak” kısmı da var işin içinde. İnkâr edecek kadar ikiyüzlü olmayacağım. Oyundaki karakterin “imba” olmasından alınan keyfin, bunun için saatler, günler, aylar harcamanın altında yatan psikodinamiklerden kesinlikle bahsetmeyeceğim, burası onun yeri değil. Oyun blogu lan burası, seviyoruz da oynuyoruz işte.

Blizzard’a çılgınca laflar hazırladım, şimdi sıra ona gelsin. Yalnız öncesinde hayranlığımı, “eğer imkanın olsaydı nerde çalışmak isterdin” sorusu sorulsa “Blizzard” diyeceğim şeklinde belirtiyorum. Çıkardıkları her oyun ayrı bir efsane oluyor çünkü. Hem de her anlamıyla, müzik, hikaye, oynanış, atmosfer, her şey birbirini tamamlıyor. Böyle bir ekiple birlikte oyun yapıyor olsaydım, pazartesi sendromum bile kalmazdı eminim.

Evet, şimdi lafları hazırlamaya başlayacağım. Gerçi biliyorum, oyunun milyonlarca kullanıcısı var ve –ben dahil- yıllardır oyunu dilleri bir taraflarına kaçmış bir şekilde oynuyorlar. Bu oyuncular bir zaman sonra sıkılıp bir yenilik bekliyorlar, sonuçta bu oyun mmorpg olmasa, güncelleniyor olmasa bunca senedir hâlâ oynanıyor olmazdı(gerçi diğer mmorpg’lerin halini de görüyoruz). Her neyse, adamlar yenilikler yapmak zorundalar doğru, ama hikayeye bu kadar sıçılabilir miydi bilemiyorum. Evet gereğinden fazla uzayan her türlü senaryonun boku çıkar bir süre sonra biliyorum, adamlar da büyük ihtimalle ilk Warcraft’ı çıkardıkları sırada, seneler sonra bunun bir mmorpg’sini yapacaklarını düşünmemişlerdi(Yoksa düşünmüşler miydi, oha o zaman). Ek paketlerle hikaye dallanıp budaklandı, hep bir kahramanı saklı tuttular ki bir sonraki pakette o konuyu işlesinler diye. İlk paketle Illidan Stormrage “The Betrayer” geldi, eh ben kendisini severdim aslında, aşk acısıyla bildiğin kör oldu adamcağız. İkinci pakette karizmatik Lich King’imiz Arthas geldi –ki kendisiyle hâlâ karşılaşamadık. Şimdi de üçüncü paketle, diğer ejderhalar tarafından güçsüz düşürülüp “devre dışı bırakılan ama öldürülemeyen”, o zamandan beri de bir yerlerde saklandığını bildiğimiz Deathwing geliyor. Evet dünyanın, hatta Vanilla’dan beri bildiğimiz Azeroth’un değişecek olması, Deathwing’in “muhteşem geri dönüş”ü insanı merakta bırakmıyor değil. 5 ejderhadan Deathwing’in konu olacak kadar güçlü olduğunu da biliyoruz, ama Malygos’u neden kestirdin bize demezler mi? 5 ejderha dünyayı koruyordu, biri –Deathwing- zamanla çıldırdı ve geri kalan dört ejderhaya kafa tuttu, peki anladık, klasik bir ihanet hikayesi, eee Malygos neden çıldırıyor? Hem o büyünün koruyucusu değil miydi, büyüyü kim koruyor şimdi, iyice başı boş kalmış olmadı mı büyünün? Ya bilmediğim, arada kaçırdığım bir şeyler oldu ya da sırf boss olsun diye bize koskoca Malygos’u kestirttiler. Yalnız ben hepsinden öte, Lich King hikayesindeyim aslında. “Başlarında Lich King olmazsa Scourge Azeroth’un anasını beller” geyiği nedir? Bir Lich King’i öldürünce onun yerine bir başkasının geçmesi saçmalığı nedir? Sanki Lich King Azeroth’un iyiliğini mi düşünüyor da Scourge’ü kontrol altında tutuyor? Ne diye öldürüyoruz o zaman biz Lich King’i arkadaş?Ne diye bu kadar tantana yani? Ayrıca Scourge dediğin yalnızca Lich King’in emirlerini gerçekleştiren beyinsiz yaratıklar ordusu değil mi? Başlarında biri olmadan onlar da dağılıp gitmeyecek mi, böylece Scourge belasını Azeroth’tan kurtarmak kolaylaşmayacak mı? Anlıyoruz “show must go on”, bir şey olmak zorunda oyun devam etsin diye, ama zaten Deathwing geliyor, ortalığın bir taraflarına koyacak, o varken kim Lich King ile uğraşsın artık? Bitseydi işte Arthas’ın ölümüyle Lich King muhabbeti, ne alaka yeni Lich King? Tamam Lich King’ten bıkkınlık getirdim okuyanlara farkındayım, kesiyorum burada, zaten merâmımı anlatabildim sanıyorum.

Tamamen alakasız bir konuya geçiyorum şimdi, WoW’un 3 çeşit oyuncu profili var gözlemlediğim kadarıyla. En hafifi: Oyuna ara sıra girip şöyle bir bakanlar, biraz takılıp muhabbet edenler, raid’lerle uğraşmayanlar. Orta halli: –ki ben bu profile giriyorum- Neredeyse her gün oyuna girenler, farmla, günlük görevlerle, ciddi ciddi raidlere girerek saatlerini cömertçe oyun başında harcayanlar, ama oyuna düzensiz girdikleri için raid’lere her zaman yer bulamayan ve pek item alamayanlar. Ve son olarak en manyakları: Hardcore oyuncular. Raid’lerde boss taktiklerini ilk öğrenenler onlar olur, zaten guild’leri de hardcore olur, benim gibi orta halli oyunculara zor gelen, saatler süren raid’lere girerler, her akşam mutlaka raid’leri olur, endgame için uğraşırlar, oyunu oynamak dışında pek bir şey yapmazlar, zira işe gidip gelen bir insan hardcore oyuncu olamaz. İşe gidip de eve geldiğinde her akşam oyuna girse bile saatlerce, sabahlara kadar raid’de kalamaz. Ara sıra hardcore olmaya yaklaştığım zamanlar olmuştur itiraf ediyorum, ama kaldıramadım sanırım o kadarını, o kadarı bana göre değil. :)
Oyundaki özgürlük, istediğiniz kadar “amacın dışına çıkabiliyor olmak” da apayrı bir zevk. Ne bileyim, ben WoW’u sadece item kasmak için oynayanlardan değilim mesela, bazen sadece eğlenmek için, kafam güzelken oyuna girdiğim oluyor, böyle zamanlarda Orgrimmar’da çıplak dans etmek, milletten para dilenmek, arkadaşlarla Elwynn Forest’taki Crystal Lake’de yüzmek, balık tutmak ve içmek, Ally’lar bizi fark etmeye ve rahat vermemeye başladığında Stranglethorn’a gidip orda balık tutmaya ve manzara izlemeye devam etmek, PvP sırasında savaşmak yerine melee gnome’lara “rofl” atıp durmak, daha bir dolu şey. Oyunda böyle bir özgürlük olmasa bu oyun böylesine sevilmezdi zaten. Sanmıyorum ki herkes sadece item kasmak için ciddi ciddi oynuyor olsun. Herkes yapıyordur böyle şeyleri, en azından manzara seyredip içmeyi.

Son olarak, “achivement ve gearscore” manyaklığına değineceğim. Achi olayı için, bireysel hatalarla wipe yenmeyecek bir mekan olmadıkça, ille de achi istemenin gereksiz olduğunu düşünüyorum. Onun dışında can sıkıntısına birebir, yapılabilecek o kadar saçma sapan şey var ki, açıp yapılabilecek achi’leri incelemeye bile çekiniyorum vallahi. Gearscore’a gelecek olursak, son patch ile yeni yeni peydah oldu bu da. Tamamen saçmalık olduğunu düşünüyorum, eyvallah ICC’ye iyi bir gear’ın olmadan girersen yetersiz kalıyorsun, ister healer ol, ister tank, ister dps. Ama her şeyi gear’a indirgeyen bu sistem ICC dışındaki mekanlarda fazla acımasız oluyor. Adam senelerdir oynuyordur, bir alt karakter açmıştır, yeni 80’lemiştir, VOA’ya girmiştir, -ki o da guild’den arkadaşı sayesinde, yoksa o gearscore ile kimse almaz onu- hemen yağar raid chat’e mesajlar, “his gearscore sucks, kick him” yazıp dururlar. Hep de “he” kullanılır karakter kadın olsa bile, o da ayrı bir komedi. Yahu VOA’da gear’ın olsa ne olacak olmasa ne olacak? Burada önemli olan tecrübedir, karakterini tanımaktır, gear’ın değil. Yoksa ne gear’lar gördüm içinde karakter yok, ne karakterler gördüm üstünde gear yok, Allah beni kahretmesin.

Evet seviyorum bu oyunu. Blizzard bize koyun muamelesi yapsa da, bizim bu bağımlılığımızı sömürdükçe sömürse de seviyorum. Beni alıp götürüyor, olmak istediğim fantastik bir dünyaya bırakıyor. Ölünce hemen yeniden dirilebileceğim, atıma atlayıp dağ tepe bayır koşabileceğim, o da yetmedi binbir çeşit uçan bineğimle uçabileceğim, “nasılsa diriliyorum” diye ölüm korkusu olmadan ona buna büyü atabileceğim(oeh bu harbiden fantastik oldu), çiçek-maden toplayıp açık arttırma ile satmak kadar kolay bir işle para kazanabileceğim bir dünya… Nasıl olsa ölsem de diriliyorum lan, umurumda mı Lich King, Piç King, Deathwing, melee gnome falan...

Ek : Oyunla ilgili birkaç eğlenceli video, WoW manyakları izlemeden geçmemeli:
http://www.youtube.com/watch?v=msmRwlg23Qc&playnext_from=TL&videos=AujkB7DnB-Y
http://www.youtube.com/watch?v=MzFrLXAYASc&feature=related
http://www.youtube.com/watch?v=Kgg9fQwY-0Q&feature=related
http://www.youtube.com/watch?v=2ekLO8BwxwE&playnext_from=TL&videos=AujkB7DnB-Y

Monkey Island Efsanesi


Ahoy There! I’m Guybrush Threepwood! A mighty pirate!


“Ben 6 yaşından beri oyun oynuyorum lan!” deyip de bu repliği bil
meyen yoktur herhalde, olmamalı zira. Benim hayatımda da “bilgisayar oyunu” denilince ilk akla gelen oyundur Monkey Island. Bu yüzden başlangıç yazımı başka bir oyunla yapsaydım ona ihanet etmiş olacaktım. Lucas Arts’a ait olan ilk dört oyundan bahsedeceğim bu yazıda, Telltale Games’in geçtiğimiz yıl bölümler halinde internete koyduğu “yeni” Tales of Monkey Island’a daha sonra değineceğim.

meşhur voodoo lady

Oyunu diskete çektirmeye gittiğimde sanırım orta 1’de falandım. İngilizcem birkaç kelimeden ibaretti henüz -gerçi o İngilizce ile bu oyunu nasıl oynamaya kalktığımı ben de bilemiyorum. Dükkandaki adama “Mankiy island var mı” demiştim. Adam “mankiy aylınd mı” diyerek bozmaya çalışmıştı beni. Israrla “hayır, mankiy aylınd değil, mankiy island.” diyordum hâlâ, ve evet buraya yazmaktan da çekinmiyorum, “aylınd” dediği için söylediğini başka bir oyun sanmıştım. Sonra defterden açtı, gösterdi, “bu değil mi” diye. “Evet” dediğimde “tamam, aylınd okunur o” dedi. Karşındaki ufak bir çocuk yahu, ne diye İngilizce öğretmeni kesiliyorsun ki? Her neyse, utanç içinde yere bakarak disketlerin çekiminin tamamlanmasını beklemiş, koşarak uzaklaşmıştım ordan. Bu oyun Monkey Island 2 : Lechuck’s Revenge idi. Seriye 2. oyundan mı başlamıştım, birinciyi daha önce oynamış mıydım, bunları hatırlamıyorum. Her neyse, oyunu hâlâ bu kadar unutulmaz yapan faktör ne grafikleri, ne de sesleriydi elbette, (malum artık inanılmaz grafik motorları kullanılıyor, Monkey Island serisini yeni nesil oyunculara gösterecek olsak bir kenara atarlar mutlaka) hikayesi, komikliği ve Guybrush karakteri idi.

Elanie ile her şeyin başladığı an

Guybrush, korsan olma hayaliyle
yanıp tutuşmakta olan toy bir gençti hikayenin başlangıcında, adanın valisi Elanie’e aşık oluyor, Elanie’e aşık olan bir diğer korsan Lechuck ile uğraşıyor; Lechuck önce hayalet korsan, (The Secret of Monkey Island) sonra zombi korsan, (Monkey Island 2 : Lechuck’s Revenge), sonra voodoo büyüsü ile lanetlenmiş olarak, (The Curse of Monkey Island) en son da başka birinin bedenine girmiş olarak (Escape from Monkey Island) karşımıza çıkıyordu.

Guybrush karakterinden bahsetmezsem bu oyundan bahsetmiş sayılmam. Guybrush Threepwood; yeri geldiğinde herkese kolayca kanan, saf, sakar, beceriksiz, bazen (söylemeye dilim varmasa da) aptal; yeri geldiğinde ise çevresindekileri çok güzel kandıran (Hey look! A three headed monkey!) istediklerini yaptıran, cebine kocaman canlı bir tavuğu bile sığdırabilen, korktuğu zaman yan çizen, çıkarları uğruna herkese her türlü pisliği yapabilen (örneğin gemisine tayfa olarak aldığı Carla ve Otis’i Monkey Island’da bırakıp kaçmış, 4. oyunda onlarla karşılaştığında “siz bana tanıdık geliyorsunuz” demiş, sonra tanıyınca utanmadan onları yeniden tayfa olarak gemisine almaya çalışmıştır, eh, Carla ve Otis elbette bunu istememiştir, Guybrush da onları ikna etmek için yüz tane şey yapmıştır) ama her şeyden önemlisi ismi gibi komik, çok komik bir çizgi film karakteri gibidir.

İlk iki oyun o sıralar moda olan point & click tarzıydı, bir sürü komut vardı, “kullan, al, çek, it” vs. (Şimdi “nerde o eski adventure oyunları” şeklindeki serzenişlerde bu tarz point & click tarzı, yalnızca mouse ile oynanan adventure oyunlarından bahsedilmekte.) 3. oyunda (benim favorim her açıdan bu oyundur) bu komutlar yerine, tıklanan nesne üzerinde göz, el ve ağız işaretleri çıkmaktaydı ki bana göre harika bir arayüzdü bu. 4. oyunda ise maalesef Lucas Arts, o sıralar yeni yeni moda olmaya başlayan 3d çılgınlığına kapılarak oyunu 3d şeklinde piyasaya sürmüştü. Bunun en kötü tarafı ise oyunu tamamen klavye ile oynamak olmuştu. Bir adventure oyunu klavyeyle oynanmamalı, hele ki Monkey Island gibi, türünün babası olarak adlandırılan bir oyunsa. Oyunun eski takipçileri –ben de dahil olmak üzere- bu sebeple en az bu oyunu sevmiştir. Tabii 3 boyut ve klavye saçmalığına rağmen, her zamanki kalitesiyle o gene Monkey Island’dı, gene gülerek, gene çok severek oynamıştık, ama Lucas Arts’a laflar hazırlamaktan da geri durmamıştık. Elbette hakaret içerikli kılıç düellolarını da (insult sword fighting) unutmamak gerek. Zekice hazırlanmış komik ‘hakaret’lere karşı gene aynı zekilikte cevaplar vererek düelloyu kazanmaya çalıştığımız bölümler 1. ve 3. oyunda mevcut. 4. oyunda ise kılıç düellosu yerine bilek güreşi ve maymunlarla iletişim kurma üzerine bir mini oyun daha var. Bir de Lucas Arts’ın kendisiyle dalga geçme, oyun içinde yeni bir oyunun reklamını yapma gibi atraksiyonları oyuna ayrı bir komiklik katıyor. Örneğin, serinin 3. oyunu The Curse of Monkey Island’da Guybrush bir aile mezarlığına girmek için, kısa süreliğine onu ölü gösterecek bir içki hazırlayarak bunu içer. Barmen Guybrush’ın öldüğünü zannederek mezarcıyı çağırır. O sırada ikisi arasında geçen diyalog aşağı yukarı şöyledir;

-Lucas Arts ne yapmaya çalışıyor? İlk defa bir oyunda ana karakter öldürülüyor.

-Belki bu defa farklı bir şey denemek istemişlerdir.


Hemen sonrasında Guybrush bir tabuta çivilenir, THE END eşliğinde yazılar akmaya başlar. Guybrush meşhur “c’mooon”ları eşliğinde ölmediğini anlatmaya çalışırken film geri alınır ve
Guybrush’ın tabuta çivilendiği sahne geri döner.

Bir de gene 3. oyunla seriye katılan Murray karakteri v
ardır ki (bwahaha!) harikadır. Murray, “evil” olmaya çalışan, insanları korkutmak en büyük hobisi olan bir “şeytani kafatası”dır. Yardım istemez, kimseden korkmaz, Guybrush’ı korkutamayınca sinir olur.

Monkey Island serisi kadar severek oynadığım başka bir adventure oyunu olmadı. Lucas’ın diğer adventure oyunları (Day of The Tentacle, Full Throttle, The Dig, Grim Fandango gibi) da ayrı birer klasik olmasına rağmen, Monkey Island’ın yeri her zaman başka olmuştur. Guybrush’ı, saçma diyalogları, zekice esprileri, Voodoo Lady’si, Murray’i, maymunları, adaları, tayfaları, korsan şarkıları, müzikleri (masal gibi bir tema müziği vardır, şuradan dinleyebilirsiniz; http://www.youtube.com/watch?v=PPzn2l6UkQ0) ile benim için bir efsanedir. Ayrıca bırakın adventure oyununu, ciddi anlamda Monkey Island kadar komik olan başka bir oyun da oynamadım. Benim gibi birçok kişiyi de korsanlığa özendirdiği kesin. :) Yeni bir oyun olsaydı eminim filmi yapılırdı. Gerçi Pirates of the Caribbean filmi ile Monkey Island arasında çok sayıda benzerlik bulunduğu, Jack Sparrow’un bir nevi Guybrush olduğu da zaten oyunun takipçileri tarafından mutlaka fark edilmiştir. :) Film demişken, bir grup öğrenci ilk oyunu tiyatroya uyarlamış, izlemek isteyenler şuradan bir göz atabilir, http://www.youtube.com/watch?v=R91iBFsdrvI&feature=channel_page



Not : Geçtiğimiz aylarda ilk oyun The Secret of Monkey Island, Special Edition adıyla, yenilenmiş grafikler ve seslendirme eklenerek piyasaya sür
üldü. Bu nerdeyse bir hazine sandığı ya da 3 kafalı maymun kadar değerliydi, hele ki tek bir tuşla eski grafiklere dönme seçeneği ile tam bir nostalji yaşayarak oyunun yenilenmiş halini oynamak büyük keyifti. Aynı şeyi ikinci oyun için de yapıyorlar şimdi, beklemedeyim. Şuradan bakabilirsiniz.

Look behind you! A three headed monkey!

Giriş - tanıtım şeysi

Merhabalar. 27 yaşında bir oyun manyağı olarak, bu blogu oluşturmaya karar vermemde en büyük etken, ilkokul zamanlarımda oyunlarımı yazdığım bir defteri hatırlamam oldu. Oyunun kaç disket olduğunu, türünün ne olduğunu, nasıl olduğunu özenle yazardım bu deftere. Bundan da büyük keyif alırdım. Biraz (!) geç de olsa, aynı şeyi bir blog ortamında sürdürme fikri heyecan verici oldu. Arkadaşlarımın da verdiği gazla bu işe girişiyorum evet.
Yeni oyunlar hakkında tanıtım yazılarının dışında, efsaneleşmiş oyunlardan da bahsederek bol bol nostalji yapmayı planlıyorum. Bilgisayar/konsol oyunlarına “çocuk işi” gibi bakmayan, “bu yaşa gelmiş hâlâ oyun oynuyor” diye düşünmeyen, oyun oynamanın büyülü dünyasını tanıyan ve bilen insanlara, yani oyun oynayan insanlara yönelik bir blog bu. Umarım keyif alırsınız.